Memleket Hasreti ve Karayemiş

Ara Güler’in bir anısını paylaşmak istiyorum sizinle:

Bir gün babam, ‘Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun’ dedi.

‘Hadi gidelim’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik. Giresun’dan Şebinkarahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı köyüne gittik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Kiliseyi aradı, bulamadı. Mezarlığı tarla yapmışlar.

Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı.

‘Çocukken anam beni dövenin üzerine koyar, dolaştırırdı’ dedi. Hemen köylüler döven kurdu, babamı da içine koydular, döndü. Ben de fotoğraf çektim. Baktım, babam ağlıyor. Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce çocukluğu aklına gelmiş.

Sonra Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum’ dedi:

‘Buranın karayemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken yanıma torba içinde yemişler vermişti, onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım.’

‘Baba, gözünü seveyim… 100 kilometre yol geldik. Şimdi yemiş için 100 kilometre geri gideceğiz, 100 kilometre tekrar bu tarafa geleceğiz, sabah olacak. Başka sefer alırsın’ dedim.

İstanbul’a döndük.

Babam dört ay sonra öldü. Meğer derdi, oğlunun onu köyüne götürmesiymiş.

Cenazeye gideceğimiz gün evin kapısı çaldı.Kimsiniz’ dedim.

‘Dacat Güler’i arıyoruz’ dediler.

‘Dacat Güler’i kaybettik, şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin’ dedim.

Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş.

‘Siz de gelin cenazeye’ dedim. Yanlarında da bir sandık vardı. Baktım; karayemiş getirmişler. Babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler…

Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri…

Hepsini ceplerime doldurdum, ceplerim şişti. Öyle gittim cenazeye…

Tam babamı toprağa koyacaklar, ‘Açsanıza tabutu’ dedim, ‘Olmaz, dine aykırıdır’ dediler.

‘Siz açın, bir şey koyacağım’ dedim.

Açtılar. Döktüm yemişleri…

Babamı çocukluğunun yemişleriyle birlikte gönderdim öteki dünyaya…

Şişli mezarlığında yatıyor şimdi…

Müteessir Olmayın!

Hüsrev abi ümitsiz olan bir talebesine:

Bak kardeşim; düşün ki gözümüzün önünde gayet düz bir sahra var, o sahranın ortasında bir tek ağaç var, o ağacın dallarından birisine bir tüy veya bir kıl takılmış, rüzgar o kadar şiddetli esiyor ki o tüy kendi iradesiyle ‘Ben bu rüzgarın şiddetinden hiç kıpırdamadan duracağım!’ dese hükmü nedir, durabilir mi?’ Ben, ‘Hayır efendim duramaz!’ deyince Üstad’ımız; ‘Cenab-ı Hakk’ın irade-i külliyesi karşısında arz üzerinde dört milyardan fazla insanın irade-i cüz’iyelerinin o tüy parçası kadar dahi hükmü yoktur. Cenab-ı Hak isterse ve hikmeti iktiza ederse bir an Rahmet nazarı ile baksa o dört milyar insanın hepsi birer adüvv ü kâfir olsalar bile o Rahmet nazarıyla baktığı an o insanların hepsi imanın en kâmil derecesine çıkabilir.”

Sahibin Sesidir Köpek

Hiç düşündünüz mü birine hakaret etmek için neden “köpek” denir?
Neden Kurt ya da aslan dendiğinde iltifat kabul edilir de “köpek” dendiğinde hakeret olarak algılanır?

Ki maksat da odur ekseriyetle…

Aslanım diye birine övgüler dizilir de neden köpeğim denmez acaba, hiç düşündünüz mü?

Oysa sürüye saldıran “kurt” yüceltilir ama sürüyü koruyan “köpek” ise beyanda hakir görülür.

Hiç düşündünüz mü, neden ?

Soyadı Bozkurt, Kurtoğlu, Kurt olan duydunuz da soyadı İt,Köpek olanı duymadınız. Neden?

Ahmet Haşim , Bize Göre isimli eserinde:

Bu hayvanın ismi her dilde küfür olarak kullanılırken, insanların ona karşı minnet ve muhabbet taşıdığına kimi inandırabilirsiniz?

Tokad-î Zade Şekip Bey ise bir dörtlüğünde

“Zelilin kaniim hamakatine,
Kulak vermem lâf-ı liyakatine,
Dünya şahit iken sadakatine,
Kurdu severim de köpeği sevmem”

Birçok edip ozan da köpeğe karşı böyle yaklaşmışlardır. Bir durum tespiti yapmaktayım. Şahsi görüşümden ziyade sosyolojik bir köpek algısını gözler önüne seriyorum. Denemesi bedava.
En keskin köpek hakları savunucusuna da boş bir zamanınızda aniden “köpek” diye sesleniverin emin olun öfkelenecektir size.
Oysa evinde köpek besleyen köpeğe meftun bu kişiye kişiye “aslan yada kartal” deseniz tebessüm edecektir size.

Bir algıyı sorular sorarak gözlerinizin önüne getirme niyetindeyim. Derdim ne köpektir ne kurt. Ama bir medeniyet eğer
sadık olmasına rağmen kendi sesiyle değil sahibinin sesiyle havlayan bir hayvana bu algıyı koyarken pençeleri ile semada kavis çizen bir kartala hayranlıkla bakıyorsa onu da gözardı etmeyin derim.

1. Kendi sesiyle , samimi olarak , içten konuşma
2. Sahibinin gücüne sesine dayanarak konuşma…

Yakın zamanda bir Tv programında: Her devrin siması olan; bir dönem maocu,bir dönem apocu, bir dönem ulusalcı ,bir dönem kemalist olan ve şimdi de ak it tvlerde dolanan biri “Hukuk siyasetin köpeğidir” deyince yazmak istedim bu makaleyi ama zamana bırakmak icap etti.

Hukuk siyasetin bozkurdudur da diyebilirdi o herşeyi onceden bilen kapadokya sakini dokunulmaz kişi…Zira bozkurtlarla arasında su sızmıyor oysa…

Konumuz o değil.
Kendi sesi olma ya da sahibinin sesi olma…
Samimi olma, fıtri olma
Ya da yanar döner olup sahibinin sesine göre hareket etme…

Köpek meselesi yukarıda da belirttiğim gibi sadece bir imge bir metafor… Durum tespiti sadece…

Son olarak
Evcilleşmesine rağmen köpeklere zincir ya da tasma reva görülürken Kurtlar dağda, kartallar semada özgürce dolaşır.

Köpek olmanın kaderidir zincir ve tasma.

Teşbihler üzerinden bir durum tespiti yapma niyetindeydim.

Kendinin yüreğinin sesi olma ve zincirlerden kurtulma meselesi…

Yavuz Berk Gündüzalp

Tarikat ve Küfür

Şimdilerde kendilerini bir tarikata vakfetmiş ama kendileri gibi olmayan herkese küfredenleri görenler zannediyor ki tasavvuf ve tarikat budur.

Onların halleri sizi yanıltmasın. Size iki büyüğün birbirine tamamen zıd bakış açılarına rağmen üsluplarındaki nezaketi göstermek için bir latife aktaracağım 

“Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır.”Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey  yapmış olmak için bunu Hacı Bektas Veli’nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister.

“O zamanlar dergâhlar ayni zamanda aşevi fonksiyonu görüyordu. 
“Durumu Hacı Bektas Veli’ye anlatır ve Hacı Bektas Veli ‘helal değildir’  diye bu kurbanı geri çevirir…

Bunun üzerine adam; 
“Mevlevi dergâhına gider ve ayni durumu Mevlâna’ya anlatır .

“Mevlâna ise bu hediyeyi kabul eder.
 “Adam ayni şeyi Hacı Bektas Veli’ye de anlattığını; ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlâna’ya bunun sebebini sorar.
 “Mevlâna şöyle der:
” Biz bir karga isek Hacı Bektas Veli bir  şahin gibidir. 

“Öyle her leşe konmaz. 

“O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.
 “Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhı’na gider ve Hacı Bektas Veli’ye, Mevlâna’nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektas Veli’ye sorar.

“Hacı Bektaş ‘da söyle der:
“- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise *”Mevlâna’nın gönlü okyanus gibidir. 
“Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir;; ama onun engin gönlü kirlenmez. 

“Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.”

“Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan olmamız dileğiyle…

Allah Duanı Kabul Etti (güzel bir hikaye) 

“Pakistanlı İşân Hüseyni yaptığı büyük hizmetlerden dolayı ödül alacağı törene katılmak üzere uçağa binmişti. Fakat bindiği uçak yıldırım çarpması sonucu en yakın havaalanına inmek zorunda kalmıştı.

Bir sonraki uçağın 16 saat sonra kalkacağını duyunca öfkelendi ve “o toplantıya muhakkak yetişmem lazım 

16 saat bekleyemem” diyerek tepki gösterdi.

Görevliler gideceği şehrin 6 saat uzaklıkta olduğunu ve isterse araba kiralayarak gidebileceğini söylediler.

Kiraladığı araçla acele yola çıktı ama aksilikler peşini bırakmıyordu. Şiddetli yağmurdan dolayı oluşan selden yol kapanmıştı. Çaresiz yol kenarında eski bir evin kapısını çaldı.

Yaşlı bir kadın açtı kapıyı ve içere davet etti.

Yaşlı kadına: “Telefonu verir misin? Telefon etmem lazım!’ dedi. Kadın tebessüm ederek: “Görmüyor musun evladım ne telefonu burada elektrik bile yok. Biraz dinlen biraz yemek ye çay iç. Sonra düşünürsün ne yapacağını” dedi.

Adam çaresiz az ısınarak yemek yedi ve çayını yudumlarken göz ucuyla yaşlı kadını seyretti. Yaşlı kadın namaz kılıp uzun uzun dualar etti. Evin içine daha dikkatli göz atınca beşikte çok küçük bir bebeğin adeta hareketsiz durduğunu gördü.

“Kimin bu bebek anacığım? Bu yavruya baka baka uzun uzun ağlayarak dua ettin.”

Yaşlı kadın: “Hem annesi hem de babasından yetim olan torunumdur. Ağır hastalığı var. Bölgedeki hiçbir doktor çaresini bulamadı. Kime götürdüysem ‘İşan Hüseyni adlı bir doktor var. Bu hastayı ancak o tedavi eder’ dediler.Ancak o belde bize çok uzakta olduğundan birkaç gündür Rabbime dua ediyorum ki Allah bu bebeğin işini kolaylaştırsın.” Diye cevap verdi.

Doktor Hüseyni çok duygulanmıştı. Ağlayarak: “Kalk anacığım Allah senin duanı kabul etti. Senin duanla yıldırımlar çaktırıp uçağı yere indirtti, seller akıttı ve sonunda beni size ulaştırdı. Dr. İşan Hüseyni benim.”
Dua edin “Ağlayın Yükselsin Gemi”
Dua ihtiyaçları ebede ulaşan ama eli daldaki bir meyveye uzanamayan aciz kulun kudreti sonsuz Rabbine ulaşacağı helezonik bir merdiven.
Üstad Hazretleri duanın tarifini Sözler adlı eserinde enfes ifade etmiştir: “Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma.”
Şu günler her zamankinden daha fazla dua edilmesi gereken günler. Duaya sebeb mi arıyorsunuz. İşte insanlığın perişan hâli; Müslümanların darmadağınık durumu; ülkemde akraba,eş,dost arasına atılmış fitne ateşleri; terör belası; bir toplumu helak etmeye yetecek günahların artık normal karşılanması hatta savunulması…

En başta kendimiz, kulluğumuz ve iyiliği emretmek kötülükten menetmekte aheste revliğimiz…
Necip Fazıl “Ağlayın Yükselsin Gemi” şiirinde ne veciz ifade eder duanın ehemmiyetini:

“Bıçak soksan gölgeme, sıcacık kanım damlar.

Gir de bak ülkeme, başsız başsız adamlar.

Ağlayın su yükselsin, belki yükselir gemi

Anne seccaden gelsin, bize dua et emi.”
Tam ağlama ve dua dua yalvarma vetiresi. O gözyaşları yürütecek insanlığı sahil-i selamete çıkaracak gemiyi.
Izdırap lisanıyla yapılan duayı Allah geri çevirmez. O halde şöyle bitirelim yazımızı: Tam dua zamanı…

Ismet Macit

Ne Derler Acaba

Ünlü iletişim psikolojisi uzmanı Doğan Cüceloğlu bir seminerinde yere bir parça ekmek koymuş ve “Bu ekmeğe basabilecek birisi var mı?” diye sormuş salondakilere.
Hiç ses çıkmamış tabii.

“Sahneye gelip bu ekmek parçasına basana 100 dolar vereceğim” diye devam etmiş.
Salondan yine çıt yok…

Fiyatı artırarak 5000 dolara kadar getirmiş. Bu sırada salonda bulunanlardan birisi, “Hocam, istersen 500 bin dolar ver, yine bize o ekmeği çiğnetemezsin, boşuna uğraşma!” demiş.

Doğan Hocam da, “İşte değerler eğitimi budur” diye noktayı koymuş…

Para vererek ekmek çiğnetebileceğiniz insan sayısı yok denecek kadar azken, bedavaya yalan söyleyen, dedikodu yapan insanların bu kadar çok olması biraz garip değil mi?
Acaba yalan söyleme konusunda bu kadar hassas olamaz mıydık? Veya herhangi bir toplulukta birisi gıybet etmeye başladığında herkes tepki veremez miydi?
Yere düşen ekmeği çiğnememek için duyduğumuz hassasiyet, yerlerde sürünen bazı değerlerimiz çiğnenirken niçin kendini göstermiyor acaba?”

KISA ama ÇOK GÜZEL BİR HİKAYE

  Adamın birinin genç bir oğlu vardı. Bu delikanlı arkadaşlarının samimiyetine toz kondurmuyor, onlara çok inanıyordu. Bir gün babası oğlunu çağırarak:

-“Oğlum senin şu çok güvendiğin arkadaşlarını bir deneyelim mi ne dersin?” dedi.

Delikanlı:

-“Olur baba, deneyelim.” dedi.

Adam bir akşam geç saatte, bir keçi getirdi ve onu kesip bir çuvala yerleştirdi. Oğluna yönelerek:

-”Haydi oğlum bu çuvalı sırtına alıyorsun ve dost sandığın arkadaşlarından birinin kapısını tıklıyorsun. Sana: “Bu nedir?” diye sorarlarsa: “Ben kaza ile bir adam öldürdüm,fakat delilim olmadığı için suçun üzerime kalmasından korkuyorum. Bana nasıl yardım edebilirsin?” diye sorarsın dedi ve oğlunu sokağa saldı.

Delikanlı en yakında oturan arkadaşının kapısını tıkladı. Arkadaşı, eli yüzü kan içinde olan delikanlıyı görür görmez dehşetle sordu:“Bu nedir?” dedi.

Delikanlı arkadaşına olup biteni kısaca anlattı. Bunun üzerine o çok güvendiği arkadaşı, kapıyı delikanlının yüzüne kapattı. O gece geç saatlere kadar kapı kapı dolaştı. Fakat dost sandıklarının hiç biri yüzüne bakmadan kapılarını bir bir yüzüne kapadı.Çaresiz bir halde evine döndüğünde babası oğluna dedi ki:

-Oğlum, dostluk öyle kolay kazanılmaz.Haydi bir de benim dostum falancaya git ve durumu aynı şekilde ona anlat.dedi ve oğlunu dostu olan kişinin evine gece vakti gönderdi.Genç kapıyı tıkladıktan sonra adam kapıyı açtı ve

” Söyle evlat kimsin?” dedi.

Genç adam olup biteni ve kimin oğlu olduğunu kısaca anlattı. Bunun üzerine adam hemen genci içeri aldı ve:

-” Aman birileri görmesin.” dedi.

Baba dostu hemen evinin bahçesine bir çukur kazdı ve çuvaldaki cesedi oraya gömdü.Cesedin üzerine gül fidanları dikerek orayı gül bahçesi yaptı ve delikanlıyı da o gece evinde misafir etti.

Ertesi gün evine dönen genç,olup biteni babasına anlattıktan sonra, baba:

-Daha sınav bitmedi oğlum dedi.Bugün o dostuma kalabalık biryerde sataşıp hakaret edeceksin dedi.

Oğlan:

-Baba bu çok zor,bunu nasıl yaparım?dedi.

Baba:

-Oğlum esas dostluk ondan sonra belli olur dedi ve oğlunu çarşıya gönderdi.

Genç,baba dostunu bir kalabalıkta gördü ve ona sataşıp hakaretler yağdırdı.Adamın hiç sesi çıkmayınca adama gidip,adamın yakasından tutup salladı.

Adam gencin kulağına eğildi:

–Dostumun oğlu, biz bir hakaret ve patırtı ile gül bahçesini bozacak kadar zayıf karakterli değiliz. Haydi evine git. dedi.
İşte, şimdi bir bu sağlam dostluğa, birde günümüzdeki pamuk ipliği ile bağlı sahte dostluklara bakalım.
@NaimBey36 ya teşekkürler

Pentagon’da ders olarak okutulan TİLKİ ve HOROZ hikayesi

Gerçekten Pentagon’da aşağıda yazacağım hadise olmuş mudur bilemiyorum ama tarih ve zamanı okuyan her basiret sahibi ‘olay aynen budur’ diyecektir…

Öğrenciler okulda hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış.
Filmin adı ” Küçük Tavuk. “Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor.
Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor.
Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar.
Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.
Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor.
Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor. Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor.
Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Kapıya dayanan ihtiyar horozu itiyorlar.Korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor.
Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor.
Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.”
Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış.
Sorular:
1-Kümes NERESİ?,
2-Yaşlı horozlar KİMLER?
3-Genç horoz KİM, şu anda neler yapıyor?
4-En önemlisi tilki KİM?
Buna göre içinde bulunduğumuz durumu sorgular isek binlerce yorum ortaya çıkar. Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece çıkarları vardır…

Evet kimler yemlendi…
Kimler yemlenenin peşine düştü…
Kimler bir çırpıda yaşlı horozları yere yıktı
Ve sonuç ne kazandılar…

Bu filmi her ülkede başarıyla uyguluyorlar hem de yıllardır…

Sorulara farklı zaman dilimlerinde farklı ülkelerde farklı isimlerle cevap vermek mümkün…

Mesele bir dane yeme kanmamak
Mesele aç kalmayı göze alıp dik durmak…

Yavuz Berk Gündüzalp

Istakozdan Aldığım Ders

İnsan ders alma amacıyla kainata baktığında her nesne ona bir muallim olur.

Her hadiseden her kıpırtıdan alınacak dersler var, okuyabilene.

Bilmem ki hiç dokundunuz mu bir Istakozun kabuğuna.

Konuşabilseydik onunla, bir muhavere yapabilseydik eğer dertlerin omuzumuzu büktüğü bir demde…

Bir Istakoz evet bir Istakozla konuşabilseydik size ne diyecekti acaba…

Ey insanoğlu ben denizlerin ummanların derinliğinde uzun yıllar yaşayabilen bir canlıyım.Yaşadığım sürece büyür ve daima gelişirim ve hiçbir zaman yaşlanmam daima genç ve diri kalırım.

Diyeceksin ki sen de amma da gamsızsın be Istakoz kardeş!

Deme öyle dinle beni derdini dert zanneden iki ayaklı !

Yumuşak ve pelte kıvamında bir vücuda sahibim. Senin gibi kemiklerim iskelet sistemim yoktur.Ama genişlemeyen ve kırılması zor bir kabuğun içindeyim daima. Evet çok sert ve genişlemeyen bir kabuğum var.
İyi de nasıl büyüyorsun diye soruyorsun.İşte benim gizemli dünyamın  perdesini aralamanın ilk adımı…

Ben büyümeye devam ettiğim zaman içinde yaşadığım kabuk dar gelmeye ve beni sıkmaya başlıyor, canımı çok acıtır ey insanoğlu.Hani insanların seni anlamadığı anlamak istemediği şartların hep aleyhinde gelişip üzerine üzerine geldiği zamanlar gibi düşün.Bu aşamada kendimi yoğun baskı ve stres altında hissettiğimde hicrete çıkarım.Mekanımı değiştiririm. Bir kaya dibine çekilerek kabuğumu kırmak için amansız bir mücadele veririm. Uzun çabalar sonrası kabuğumu kırar ve bir süre sonra yeni büyük kabuklar oluşur bedenimde. Her oluşan kabuk bedenimi sıkar ama pes etmem zira biliyorum ki büyümem için bu acıya katlanmalıyım.
Hayatta kaldığım süre boyunca bu durum defalarca yaşanır. Kendimi yenilemem ve gelişebilmem için bu kabuğun bedenimi sıkması ve benim de o kabuğu kırmam gerekiyor daima. Kabuğumun geniş gelmesi aleyhimedir lehime değil. O sıkacak ki ben büyüyüp gelişeyim. Anlıyor musun ey kabukcuklarından şikayet eden insanoğlu…

Anlıyorum Istakoz kardeş anlıyorum…
Muhakemat isimli eserden bir anekdot:

Öyle kitap ki, kaideleri ile hilkat-i alemin kitabından dest-i kader ve kalem-i hikmet ile mektup ve cari olan kavanin-i amika-i dakika-i İlahiyeyi izhar ettiğinden; ahkam-ı adilanesiyle nev’i beşerin nizam ve muvazenet ve terakkisine kefil-i mutlak ve üstad-ı küll olmuştur.

Yavuz Berk Gündüzalp

Deveyi Konuşturan Allah Seni Duymaz mı Sanıyorsun

   

  Bir gün bir Yahudi, yanına iki de yalancı şahit buldu, Peygamber efendimize gidip dedi ki:

— Senin Ashabından şu zat, benim devemi çaldı. İşte şahitlerim de burada.

Peygamber efendimiz şahitlere sordu, (Evet, bu deve bunun) dediler. Bunun üzerine Eshab-ı kiramdan o zatı çağırdı, dedi ki:
— Bak, hakkında şikâyet var.
— Ne oldu ya Rasulallah?
— Sen bu gece bir deve çalmışsın.
— Ben mi, kimin devesini?
— İşte bu Yahudi’nin devesini…
— O deveyi ben satın aldım, çalmadım yâ Rasulallah.
— Devenin onun olduğuna dair şahitler var, peki deveyi satın aldığına dair senin şahidin var mı?
— Ya Rasulallah, ben deveyi daha yeni aldım, gören, bilen yok. Şahitler satın aldığımı bilmedikleri için deveyi hâlâ onun sanıyorlar.
— Satın aldığına dair şahidin yoksa deve Yahudi’ye verilecek.

Hem deve gidecek, hem hırsızlık yaptı diye, gerekli ceza verilecek (eli kesilecek) ele güne rezil olacak…

O sahabi, (Yâ Rasulallah bana biraz müsaade eder misiniz?) dedi. Sonra bir tarafa gitti, iki rekât namaz kıldı, elini açıp şöyle dua etti:
(Yâ Rabbi, ben her gece uyumadan önce, Resulullaha hiç aksatmadan, hep on salavat-ı şerife okudum. Eğer bu senin indinde makbul olduysa, beni bu sıkıntıdan kurtar! Zira hakkımda şahitlik edecek kimsem yok.Her şey aleyhimde cereyan etmekte.)

Dua edip gelir gelmez, deve ayağa kalkıp, (Yâ Resulallah bu Yahudi yalan söylüyor. Deveyi bu zata sattı. Ben bu zatın devesiyim) dedi. Deve konuşunca, Yahudi korkup, deve nasıl konuşur diye kaçtı. Şahitler de kaçtı. Peygamber efendimiz o Müslümana sordu:
— Sen Allah’a nasıl dua ettin de, deve konuştu?
— Yâ Rasulallah, benim bir âdetim var, her gece yatmadan önce muhakkak size on tane salavat-ı şerife okurum.Size okuduğum salavatları vesile ederek Rabbime iltica ettim.İşte Allahü teâlâ bu on salavat-ı şerifeyi kabul etti ve deveyi böyle konuşturdu.

Peygamber efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:
— Sen ki, bana her gece on salevat-ı şerife okuyorsun, Allahü teâlâ dünyadayken seni nasıl kurtardıysa, ahirette de Cehennemde yanmaktan kurtaracaktır.

O halde, dünya ve ahiret sıkıntılarından kurtulmak için, hiç olmazsa on kere salevat-ı şerife okumadan yatmamalıdır.

Evine el koydular.

İşyerini kapattılar.

Sana yalancı şahitlerle iftiralar attılar.

Yerinden yurdundan ettiler.

Sana terörist dediler.

Bebeklerini zindanlara koydular.

Biliyorum ki çok mahzunsun ey dost.

Bu hadisedeki sahabi gibi salavatlar getirelim ve halimizi rabbimize açalım.
 Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki:
(Cebrail aleyhisselam, yâ Resulallah, “Sana kim salavat okursa, 70 bin melek ona salât okur. Meleklerin salât okuduğu [dua ettiği] kimse Cennet ehli arasına girer” dedi. İşi güçleşen, salavat okumayı çoğaltsın! Çünkü salavat, bütün sıkıntıları giderir, rızıkları artırır, işlerin hayırla bitmesini sağlar. Salavat, Sıratta nur; salavat okuyan da nur ehli olur. Nur ehli olan da Cehennem ehli olmaz.)